Bu yılın korkunç güzellikteki filmlerinin ortak noktası, adeta birer karaktere dönüştürdükleri müzik ya da coğrafyalar üzerinden tekinsizlik duygusunu yansıtmaları. Edebiyatta olduğu gibi sinemaya da ruh katan, mekanlar üzerinden bir atmosfer oluşturmaktır. Ürkütücü dağlar, obruklar, virajlar ve belki defalarca dinlediğimiz bir şarkının yeni bir düzenlemesidir filmi farklılaştıran.
Justine Triet’in Bir Düşüşün Anatomisi’ndeki dağ evinde çalan, Amerikalı rapçi 50 Cent’in yüksek tempolu P.I.M.P. şarkısının sözsüz bir düzenlemesi hala kulaklarımda yankılanıyor. Vurmalı çalgılarıyla ıssız Fransız Alp’lerini inleten şarkının etkisinden çıkamıyoruz. Roman yazarı Sandra, evinde röportaj yaptığı gazeteciyle flört ederken ve kocasının çatıdan nasıl düştüğü soruşturulurken P.I.M.P. başrolde. İlk sahnede ölen koca, fiziksel olarak yer almadığı filmde, ölmeden önce çaldığı müzikle var oluyor. Savcı, avukat ve polisin aynı roman yazarı çift gibi senaryolar ürettiği film, bu şenlikli şarkıyı mahkeme sahnelerinde bangır bangır çalarak cinayet mi kaza mı sorumuzla adeta dalga geçiyor. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi alan bu meta filmi sevenlere, François Ozon’un varsayımlar üzerine kurulu son filmi Suç Bende’yi izlemelerini öneririm.
Bir Düşüşün Anatomisi’ndeki müziğin dinamik temposu ve Alp’lerin sessizliği arasındaki tezatlık kadar Emin Alper ve Özcan Alper’in obrukları da ürpertici güzellikteydi. Triet’in filminde nasıl bir bilinmezliğe düşüyorsak Kurak Günlerve Karanlık Gece’de sanki toprakla birlikte aniden dibe çöküyoruz. 59. Altın Portakal Film Festivali’nin bol ödüllü iki filmi, etnik köken, cinsiyet ve tür ayrımcılığının toplumda yarattığı boşlukları obruk metaforu ile anlatıyor. Kurak Günler’de çukurların derinliklerinden yankılandığını hayal ettiğim Stefan Will’in sarsıcı müziği bizi diken üstünde tutuyor. İki filmde de obrukların bana hissettirdiği bu müthiş politik gerilimden hala çıkamadım.
İsmet Kurtuluş ve Kaan Arıcı’nın yönettiği ve senaryosunu Erdi Işık’ın yazdığı LCV: Lütfen Cevap Veriniz’in gelin,damat ve nikah şahidi arasındaki gerilimi yansıtmak için düğün öncesi hazırlandıkları oda yeterli. Davetiyeler, çiçek buketleri, gelinlik ve buzlu anlamına gelen Hotel La Glace’in atmosferi ne kadar beyazsa izlediğimiz aşk üçgeni bir o kadar karanlık. Nikah şahidi Mert’in (Cem Yiğit Üzümoğlu) damada (Ushan Çakır) “Sen gerçekten seviyor musun bu kızı?” diye bir soruşu var, işte o an ikisi arasındaki elektrik tüm odayı çarpıyor. Sevgilisini Ceren’e (Melisa Şenolsun) teslim ederken çektiği ızdırap gözlerinden belli. Mert ile doldurduğu kadehin içine doğru bakarken sanki biz de ihanet denizinde boğulacağımızı ya da terk eden sevgiliyi bir kaşık suda boğacağımızı hissediyoruz. Tek mekânda geçen filmdeki çapraz sorgulama, dört duvarla çevrili bir odanın karakterlerin buhranını seyirciye geçirebilmek için yeterli olabileceğini gösteriyor.
Zeki Demirkubuz’un Hayat’ında dantellerin istila ettiği salonlar ve Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üstüne filminde Nuray öğretmeninin adeta bir film setine dönüşen evi ne kadar etkileyici olsa da seyirciye ders verme kaygısı, mekanların yansıttığı sıkışmışlık duygusunun önüne geçiyor.
Oysa San Francisco Uluslararası Film Festivali’nde Yeni Yönetmenler Ödülü alan Selcen Ergun, bir filmin hem yalın hem de derin olabileceğini gösteriyor. Kar ve Ayı’nın tüyler ürpertici açılış sahnesinde, uçsuz bucaksız karla kaplı bir ormanın virajlı yollarında dönen bir arabanın peşindeyiz. Dönemeçleri izleyerek gizemli bir ormanın büyüsüne kapıldığımız sahne bizi sanki bir girdabın içine çekiyor. Mecburi hizmetini Akçeken’de tamamlayacak olan Aslı Hemşire’nin (Merve Dizdar) arabasıyla birlikte kara saplanıyoruz. Kar fırtınasının tedirgin edici uğultusunu başarıyla yansıtan filmin müziği, üstümüze gelen devasa ağaçlarla birleştiğinde girdiğimiz gizemli ormanda mahsur kalacağımızı hissediyoruz. Hiçbir canlı türünün, cinsiyetin, karakterin, kasabalı ya da şehirlinin idealleştirilmediği filmde herkes öldürücü bir beyazda birleşiyor.
Bu yılın oldukça popüler iki filmi Bihter ve İstanbul için Son Çağrı’nın seyircide iz bırakmamasının sebebi, iyi bir atmosfer yaratamamaları. Gönenç Uyanık’ın Netflix filminde ne ışıltılı New York ne de güzel kıyafetler, Kıvanç Tatlıtuğ ve Beren Saat’in oynadığı aşıkların gelgitlerini seyirciye geçirebiliyor. Caner Alper ve Mehmet Binay’ın yönettiği Aşk-ı Memnu uyarlamasında, Bihter’in (Farah Zeynep Abdullah) dördüncü duvarı yıkarak izleyiciyle konuşması, evliliğinde yaşadığı buhranı resmetmek için yeterli değil. Karikatürize edilmiş karakterlerin arasındaki gerilimi umursayamıyorum.
Bir hikâyenin ne anlattığı kadar nasıl kurgulandığına önem veren filmler bir başkadır. Bazen bir arabanın kırık camı ya da karanlık dağlar, uzun bir ağlama sahnesinden daha hüzünlüdür. Çok bildiğimiz bir duyguyu bir metafor ya da müzik ile farklılaştırabilen filmlerdir bende kalan. 2024’te müthiş yetenekli yönetmenleri, senaristleri ve oyuncuları buluşturan filmlerin büyüsüne siz de katılın.