Filmin açılış sahnesindeki göz kamaştırıcı pembe ışıltılar, bizi Brooklyn’deki bir gece kulübüne davet eder. Yakın çekim tekniği ile adeta dikizlediğimiz kadın dansçılar ve hayranları mutlu gözükür. 23 yaşındaki Rus Amerikalı seks işçisi Anora’nın İngilizcede “saygıdeğer” ve “erdemli” anlamına gelen ismi, masallardan bu yana namusla özdeşleştirdiğimiz kadın rollerine meydan okur.
Pretty Woman (1990) filminde Julia Roberts’ın oynadığı seks işçisi gibi Anora da onu gece kulübünden kurtaracak zengin bir erkek ile tanışır. Bir Rus oligarkın 21 yaşındaki oğlu Vanya, Ani’ye (Mikey Madison) ilk görüşte çarpılır. Ani’nin bir hafta oynayacağı “kız arkadaş” rolü, Las Vegas’taki yıldırım nikahıyla sonlanır.
Aşk perdesini araladığımızda, New York’taki azınlıkların zorlu hikayesine tanık oluruz. İngilizcesi iyi olmayan Vanya (Mark Eydelshteyn), gece kulübünde Rus asıllı Anora ile birlikte olmayı tercih eder. İkili eğlenirken Vanya, “Tanrı Amerika’yı korusun.” dediğinde Ani ağzındaki sakızı gülerek patlatırken Amerikan rüyasının balonunu söndürür. Vanya’nın, Ani ile evliliği sayesinde Amerikan vatandaşı olmak hayali yoktur.
Vanya’nın ismi, Rus tiyatro yazarı Anton Çehov’un Vanya Dayı’sını (1897) hatırlatır. Fakat video oyunlarına kendini kaptıran gençte, adaşındaki melankoliden eser yok. Evindeki temizlik görevlisine esrar teklif eden Vanya, Vanya Dayı’nın aksine hayatı da aşkı da ciddiye almaz. Çehov gibi dram ve komediyi buluşturan yönetmen Sean Baker, Amerika’daki sınıf atlama hayallerini hicivle anlatır.
[Spoiler içerir.]
Evlilik yüzyıllardır ekonomik bir anlaşma. Evlilik, eskiden mülkiyet hakkı olmayan İngiliz kadınların başlıca geçim kaynağıydı. Bu sebeple Jane Austen’ın romanlarında aileler, miraslarına ortak olamayacak kız çocukları için “kısmet” peşinde koşar. Evlenirken üç karat yüzük isteyen Anora ise evliliğin feshi için teklif edilen 10 bin doları yeterli bulmaz. Aşkı parayla biçen kapitalist toplumlarda evlilik kutsallıktan uzaktır.
Romantik ve aksiyon türlerini buluşturan filmde Vanya’nın ailesi, yeni evli çiftin dairesine adeta bir ordu gönderir. Absürt komediyi andıran ev baskını sahnesinin başrolündeki rahip, “yaramaz okul çocuğunu” Rusya’ya göndermekle görevlidir. Saldırganları ısıran ve hamileyim diye bağıran Ani’nin külkedisi fantezisi yıkılır. Bir video oyununu hatırlatan şiddet sahneleri çok uzun sürer.
Balayında Disney World’deki Külkedisi süitinde konaklamak isteyen Ani’nin beyaz atlı prensi değildir Vanya. Bileklerinden bağlanmış karısını kurtarmak yerine ev baskınından kaçar. İlk fırsatta kendini gece kulübüne atar. Yüzünden eksilmeyen gülümsemesiyle, “Ne güzel eğlendik ama tabii ki evliliği bitireceğiz!” diyerek ülkesine döner. Böylece film, prenslerin kurgusallığını vurgular.
Anora’nın evinin tren istasyonuna bakması manidardır. İstasyona geri dönen tren gibi Ani de dönüp dolaşıp evine döner. Seks işçisinin kısa süreliğine yaşadığı şatafatlı masalın bitmesiyle film, Amerika’daki toplumsal ilerlemeyi sorgular. Nitekim ilk sahnedeki toz pembe hayal, finalde karlar altında kalır. Hayatında bir değişim ya da gelişme olmayan Ani gibi herkes kısır döngüde.
En İyi Film Oscar’ını alan Anora sayesinde ön yargılarımla yüzleştim. Ödüllü filmlerin, Oppenheimer gibi tarih yazmış erkeklere yer vermesi beklenir. Oysa bir seks işçisinin hayatı bir fizikçininki kadar anlatılmaya değer. Terry Eagleton’ın “anarşist bir tür” dediği roman, edebiyattaki sınıf ayrımcılığını yüzyıllar önce sorguladı. Daniel Defoe’nun Moll Flanders (1722) romanı, seks işçiliği ve hırsızlık yapan bir kadının hikayesinin, trajedilerde aristokratlarınki kadar okunmaya değer kıldı. Adsız sansız Anora’ya Oscar’ı yakıştıramamamız, ödül beklentimizin belki de elitist olduğuna işaret eder.
The Brutalist’in aksine Anora, Amerikan rüyasının çöküşünü ve azınlıkların zorlu hayatlarını her sahnede sembollere ve dramatik bir müziğe bel bağlamadan irdeler.