https://t24.com.tr/yazarlar/ayse-naz-bulamur/yilanli-bahce-pelin-batu-cihan-yurdaun,41114
Yılanlı Bahçe’nin şairlerini, 2016’da Boğaziçi Üniversitesinde düzenlenen “Boğaziçi’nin Ozanları: Yaratıcı Yazarlar Masası” etkinliğinde ilk defa dinlemiştim. Sevgili bölüm arkadaşım Cihan Yurdaün ve birlikte doktora dersi aldığım Pelin Batu, yaratıcı yazarlığa nasıl başladıklarını anlatıp eserlerinden bölümler okurken seyirciler hayranlıkla susmuştu. Bakışları ve mimikleriyle konuşan ikili, salonda herkesi büyüledi. Hem entelektüel hem alçak gönüllü olunabileceğini gösterdiler bize. Ben de Yurdaün gibi yetenekli bir yazarla birlikte çalıştığım için gurur duydum.
İnkılâp Kitabevi’nin bastığı şiir kitabı, okuyucuyu iki yazarın dansına davet ediyor. Yurdaün ve Batu seçtikleri her konu üzerine ayrı ayrı iki şiir yazıyor. Kemik, zeytin, fare, vampir, avcı, göz gibi birbirinden farklı her kavram için sunulan iki bakış, okuyucuları hayatın alacakaranlığında bilinmez bir yolculuğa çıkarıyor. Yazarlar, hangi şiirin kime ait olduğunu isimlerinin ilk harfleri ile belirtse de kitap yazar merkezli değil. Sol sayfalara P, sağ sayfalara C hâkim olsa da bu akışkan diyalogda sesler birbirine geçiyor. Hangi şiir kime ait? sorusunu bıraktığımızda yazarlar arasındaki dinamik ritme biz de katılıyoruz. Ve belki de seçilen konseptlerle ilgili kendi şiirimizi yazmaya başlıyoruz.
Sadece birbirleriyle değil, geçmişten günümüze ünlü ressam, şair, yazar ve roman karakterleriyle de diyalog kuran ikili, Batı merkezli olmayan bir sanat tarihi kurguluyor. Metinler ve dönemler arası seyahat eden kitapta, İtalyan ressam Caravaggio, Fransız ressam Henri Matisse, Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, Amerikalı şair Emily Dickinson, İranlı mutasavvıf Şems-i Tebrizi ve İspanyol yazar Miguel de Cervantes’in unutulmaz karakteri Don Kişot ile karşılaşıyoruz. Doğu ve Batı kültürlerini bir araya getiren şiirler, tasavvuf, İncil ve Yunan mitolojisi arasında köprü kuruyor. On birinci yüzyıldan bugüne farklı zamanlarda ve ülkelerde yaşamış gerçek ve kurgusal isimler, Batu ve Yurdaün ile buluştuğunda işlenen temaların ne kadar evrensel olduğunu görüyoruz.
Doğrusal zaman algısını farklı çağlar arasında gidip gelerek kıran kitap, geçmişin günümüzde olduğunu ve hâlâ yılanlı bir bahçede mücadele ettiğimizi gösteriyor. Âdem ve Havva’nın yılan kılığındaki şeytanın aklına uyup yasaklı ağaçtan elma yedikten sonra cennetten kovulmasına referans veren “Aden” şiiri, Fransız romancı Gustave Flaubert’in “her hikâye yenidir” sözünü hatırlatıp “Hiçbir hikâye eski kalmaz.” dizesiyle bitiyor (131). Nitekim, Yunan mitolojisinde gözlerine bakan herkesi taşa çeviren, yılan saçlı canavar Medusa üzerine yazılan iki şiir, hikâyenin çağdaşlığını vurguluyor. Batu’nun anlatıcısı ne kahramanlığın ne de krallığın “hükmü yok / huzurumda” (126) diye otoriteye karşı haykırırken taşlanabileceğinin farkında. Yurdaün ise canavarı “tecavüz edilenin cezalandığı / çivileri çıkan” memlekette görüyor (128). Fakat yılan şiirlerde ötekileştirilmiyor. “Her başını bahçeye gömünce / insanın / yılan doğduğuna inandır” dizesiyle biten Yurdaün’ün şiiri, yılanın içimizde olduğunu ima ediyor. Doğurganlık, yeniden doğuş, ölüm ve tehlike gibi zıt kavramları barındıran yılan, çetrefilli hayatın metaforu.
Bu çıkışı olmayan felsefi zaman tüneli, bizi Rönesans’ın sone şiir türü ile buluşturuyor. Pelin Batu, bir kitabın baştan sona aynı dilde olması gerektiği tabusunu başarıyla kırarak William Shakespeare’in 116. sonesini İngilizce yeniden yazıyor ve Türkçe çevirisini de sunmuyor. İngiliz şair, aşkı, yolunu kaybetmiş teknelere rehberlik eden, sevgili yaşlandığında solmayan, hiç değişmeyen bir duygu olarak tasvir eder. Batu, Shakespeare’in sonsuz aşk savına meydan okuyor. Aşk engel kabul etmez iddiasını, aşk kusur kabul etmez şeklinde değiştiriyor. Nitekim, çağdaş anlatıcının, yüz kılına da öfkeli erkeklere de tahammülü yok. Hayatımızdaki temel taşlardan kurtulmamız gerekebileceğini yazarken aşkın değişkenliğini vurguluyor. “Neden kirli çorabını yıkayayım? Neden aşkını kabul edeyim?” diye sorarak evliliğin ömür boyu sürmek zorunda olmadığını ima ediyor. Batu’nun sonsuz aşka başkaldırışı, 14 mısralık sone formuna inat, şiiri uğursuz sayılan 13. dizede bitirmesinden belli. Shakespeare’in fırtınada sarsılmayan aşkı, Batu’nun dizelerinde savrulmaktan ve hatta bitmekten korkmuyor.
Farklı dilleri, dönemleri ve kültürleri bir araya getiren Yılanlı Bahçe, Shakespeare’i sadece Rönesans’tan bu yana değişen aşk kavramıyla değil, Şems’in tasavvuf aşkıyla da buluşturuyor. Batu’nun sonesini, Cihan Yurdaün’ün dervişler arasında bir seslenme sözü olan “Hu” şiiri takip ediyor. Yazarın yorumuyla “Hu,” çaresizliğin ve ulaşılmazlığın aşkın elzem parçaları olduğunu anlatıyor: “ölüm yoksa, aşk da yok” (115). Şiir, “dön derviş delirene / kaderde / varsa / yoksa /vuku vuslat” (116) dizeleriyle bitiyor. Aynı ölüm ve aşk gibi var olmak ve yok olmak da kenetlenmiş. Aşk üzerine ardı ardına yazılmış iki şiirle birlikte Yurdaün, Batu, Shakespeare, Şems ve okuyucu derin bir sohbete başlıyor. Nokta ve büyük harf kullanılmayan “Hu” şiirinde, cümlelerin başını ve sonunu yakalayamamamız, aşk kelimesinin tek ve sabit bir anlamının olmadığını vurguluyor.
Bir kavram iki şiir silsilesiyle tasarlanan bu çok sesli kitabın, okuyucuya mesaj verme kaygısı yok. Batu ve Yurdaün’ün, tarihte edebiyata, sanata, felsefeye yön verenlerle diyalog kurdukları şiirlerinde sohbet sohbeti açıyor, farklı gelenekler iletişime geçiyor ve kendi hikayemizin de yılanlı bahçede yattığını hissediyoruz.