“Uzun, ince bir yolda” gece gündüz gidiyor Samet. O yürüdükçe Erzurum’da bir köyün karlı sokaklarına, resim öğretmenliği yaptığı okula ve meslektaşı Kenan’la birlikte yaşadığı evine misafir oluyoruz. Karın soğuğunu içimize çekerken gecenin karanlığında ışıldayan pencerelerden içeri süzülüyoruz. Geceyi gündüz, kışı yaz, karı kuru otlar kovalıyor. Fakat mecburi hizmetini tamamlayıp İstanbul’a atanmayı bekleyen Samet’in dur durak demeden yürüdüğü yol bir yere varmıyor. Ne kadar çok yürürse o kadar az yol katediyor Samet.
Bir ayağı aksayan İngilizce öğretmeni Nuray’dan bir adım önde değil. Herkesin sanki ayaklarından zincirlendiği film zamanı durduruyor. Her gün işe gidiliyor, akşam çay-börek keyfi yapılıyor, uzun uzun sohbet ediliyor. Ve ertesi sabah sil baştan aynı rutin tekrarlanıyor. Sonsuz beyazlığa baktıkları köyde değişen bir şey yok. Yaşadıkları kısır döngüye çakılı kalan karakterler gibi biz de sinemada üç saat tutukluyuz. Film hayatın durağanlığını hikâyede giriş-gelişme-sonuç zincirini kırarak yansıtıyor. Samet-Kenan-Nuray üçlüsü ne kadar Nemrut’a çıksa da film birçok izleyicinin beklediği doruk noktasına ulaşmıyor.
Türkçeye “hareketli resim” olarak çevirebileceğimiz, İngilizcede sinema filmi anlamına gelen “motion picture”ın ruhunu yakalayan bir tablo-film Kuru Otlar, sanki bir enstantaneler silsilesi. Nuri Bilge Ceylan karakterlerin, Samet ve Kenan köydeki çocukların fotoğrafını çekerken öğretmenlerin de yönetmenlik yaptığı çok katmanlı bir film izliyoruz. “Konumuz portre” diyen Samet’in kamerasına öğrencileri poz veriyor. Deklanşöre her bastığında fotoğraf karesine dönüşen film, seyirciyi çocuklarla tek tek göz göze getiriyor. Peki biz paltosu olmayan ve okulda hor görülen çocuklarla yüzleşebiliyor muyuz? Yoksa telefonumuza kayan gözlerimizle onları yok mu sayıyoruz? Aslında resim yapmayan resim öğretmeni, fotoğrafladığı çocuklardan daha edilgen. “Sizden ressam olmaz! Ancak patates ekersiniz” diye aşağıladığı öğrenciler, yüz ifadeleriyle ve bakışlarıyla konuşuyorlar.
Fotoğraf makinesinin arkasındaki erkek egemen bakışı eleştirmek üzereyken tabloya ürkütücü güzellikte resim yapan Nuray dahil oluyor. Fotoğrafa meraklı Kenan (Musab Ekici), hoşlandığı Nuray’ın modeline dönüşüyor. Portresini yapacağı Kenan’ın yüzündeki gizlenmiş hüznün resmini çekiyor. Ve böylece iki erkeği adeta kukla gibi oynatacağı filmi yönetmeye başlıyor. Tam bütün ipler Nuray’da derken Samet ile misafir olduğumuz evi adeta bir film setine dönüşüyor. Samet evin salonundan film setine ve setin otoparkından Nuray’ın evine döndüğünde artık Nuray kameranın arkasında değil, merceğinde. Yemekte eleştirdiği Samet gibi onun da adım atamayacağını ve halk eğitim seviyesinde gördüğü etkileyici tablolarının kahverengi evine hapsolacağını hissediyoruz.
Resimlerin konuştuğu filmin sonunda, Samet’in T. S. Eliot’un Çorak Ülke (1922) şiirini hatırlatan sözlerine mi yoksa karanlık monoloğuna kar toplarıyla eşlik eden çocukların neşesine mi kulak veriyoruz? Hayata küsmüş otları ve yılgınlıkla öten kuşları tasvir ederken Samet’in çıkmaz yolunda yürüyoruz. Fakat, Samet’in karanlığına inat sokakta heyecanla oynayan çocukların ışıltısı içimizi aydınlatıyor. Birçok eleştirmenin aksine filmin umutsuzlukla değil, belirsiz bir ışıkla bittiğini düşünüyorum. Film, Samet’in sözlerine indirgenemeyecek kadar derin. Yeter ki sadece kelimelerin değil, resimlerin de sesini dinleyelim.
Fırat Yücel’in, 7 Ekim 2023 tarihli Altyazı dergisindeki yazısında, Deniz Celiloğlu’nun başarıyla oynadığı Samet’i vampire benzetmesine katılmıyorum: “[…] bu haritanın merkezindeki Samet bir çeşit vampir; bu inançsız hayatı sürdürebilmesi, sinizmini sürdürülebilir kılması için bile başkalarının kanını emmeye ihtiyacı var.”[1] Kameranın ışığı ve açısı Samet’in göz bebeklerinin kaybolduğu kısık gözlerine yaklaştığında içimiz ürperiyor. Fakat Samet ne filmin ne de Gotik bir romanın merkezinde. Vampir olarak ötekileştirilen karakter aslında çok tanıdık. Nuray’ın da gözlemlediği gibi hep şikâyet eden, söylenen, akıllı geçinen ama eyleme geçemeyenlerden. Hayata olan hıncını çevresinden çıkarmaya çalıştıkça kendi çaresizliğinde boğulanlardan. Filmin açılış sahnesinde, uçsuz bucaksız karda siyah bir nokta gibi gözüken karakterde, vampirin kan emme gücünden eser yok.
Peki bu tutsaklığı form ve içeriğiyle başarıyla anlatan filmin, Türkiye’nin birçok sosyal ve politik meselesini üç saate sıkıştırmasına gerek var mı? Her kare aile baskısı, ayrımcılık, taciz, canlı bomba, öğretmenlere güvenilemeyen eğitim sistemi gibi çok yönlü sorunları işliyor. Ne kadar birbiriyle ilişkili olsalar da her sahnede bu coğrafyadaki bütün “kuru otlar” resmedilebilir mi? Farklı yaş, cinsiyet ve etnik gruplardan oluşan karakterler arasındaki belirsiz ilişkiler ve bu alacakaranlığın köye yansıması yeterli olabilirdi.
En azından bizi derinden yaralayan meseleleri dramatize etmeden irdeliyor film. Seyircinin, “Samet’in oturuşunda bile meymenet yok…utanmaz adam” yorumları eşliğinde seyrettiğim filmden tebessümle ayrılıyorum. Samet’in öğrencisi Sevim’i oynayan Ece Bağcı’nın, 2023 Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülü alan Merve Dizdar’ın yolunda yürüdüğünü hissediyorum. Film ekibinin başarısı beni yürüdüğümüz yolun bir çıkışı olacağına inandırıyor.
[1] https://altyazi.net/altyazi/kuru-otlar-ustune-bir-seylere-inanmak-ustune/