2024 Oscar töreninde, sanatın tarihi ve politik rolünü vurgulayan meta-filmler parladı. Christopher Nolan’ın 7 ödül kazanan filminde Oppenheimer, şiir ve resme duyduğu aşkla atom bombasını yaratır. Katledilen Amerika yerlilerine ağıt yakan Martin Scorsese ise David Grann’in Dolunay Katilleri kitabından ilham alır. Hansel ve Gretel’de çocukları fırında pişiren cadıyı bir Nazi subayıyla buluşturan İlgi Alanı, tarihi masallarla yazar. İlk sahneden konusunu bildiğimiz ve merak unsuru taşımayan filmler, geleceğe ümitle bakmaz.
En İyi Yönetmen Oscar’ını alan Nolan, Oppenheimer’ın (Cillian Murphy) hayatını, Kai Bird ve Martin Sherwin’in Amerikalı Prometheus adlı Pulitzer ödüllü kitabı üzerinden kurgular. Olaylar zincirini sırasıyla takip etmek yerine farklı zamanlar ve mekanlar arasında gezen film, objektif tarih anlayışını kırar. İsmi “öngören” anlamına gelen Yunan tanrısı Prometheus ile başlayan film, biyografi ve hikâye türlerinin arasındaki benzerliği vurgular.
İcat ettiği atom bombasıyla tarih yazan Oppenheimer, kayaya zincirlenen Prometheus gibi her gün akbabalara yem olan bir ateş tanrısı. T. S. Eliot’un Çorak Ülke şiirini (1922) hatırlatan Los Alamos’daki keşfiyle Amerika’ya “zafer” kazandırsa da politik entrikaların kurbanıdır. Çapraz sorguya tutulan bilim insanının geçmişi, Prometheus’un karaciğeri gibi defalarca deşilir. Yunan tanrısı acısını nasıl belli etmiyorsa karısının önünde komünist sevgilisi ifşa edilen Oppenheimer da çaresizliğini göstermez. Atom bombasının “babası,” şiddet çarkının yetiştirdiği bir çocuk. Fizikçinin hayran olduğu Eliot’un modernist imgeleri ve Pablo Picasso’nun kübist resimlerini hatırlatan filmin kurgusu, izleyiciyi savaşın türbülansına dahil eder.
İkinci Dünya Savaşı’nı biyografi, şiir, mitoloji ve resimle anlatan Oppenheimer gibi Dolunay Katilleri de edebiyat ve tiyatrodan beslenir. Killers of the Flower Moon kitabından uyarlanan filmin ismi, mayısta Oklahoma’da açmakta olan çiçeklerin çevrelerinde hızla büyüyen bitkiler yüzünden solmalarına referans verir.[1] Servet avcısı William Hale (Robert de Niro), topraklarında petrol çıkan “kızılların” peşine Azrail gibi düşer. Osage Ulusu’nun mirasçı kadınlarının şüpheli ölümleri araştırılmaya değer görülmez. 1920’lerde geçen film aslında günümüz Amerika’sını resmeder. Sarmaşıkların arasında sıkışmış çiçekler gibi suç döngüsünden çıkamayacağımızı hissederiz.
Filmde, şık, elit, beyaz Amerikalıların, Osage cinayetlerini anlatan müzikli bir gösteriyi zevkle seyretmesine hüzünleniriz. Tiyatro sahnesinin aksine Scorsese, şiddeti eğlenceye dönüştürmez. Tek bir aksiyon sahnesi olmayan filmde kim kimi sevecek ya da öldürecek heyecanı yaşamayız. Film, isimlerini ve yaşlarını büyük puntolarla yazdığı kurbanlara ses vererek intihar süsü verilen cinayetleri hatırlatır. Unutulan katliama ağıt yakan film, ırkçılığın tarihini yazar. Fakat bir uyanış çağrısı olarak yorumladığım davul seslerini ne sıkılıp salonu terk eden seyirciler ne de Akademi Ödülleri duydu.
En İyi Yabancı Film Oscar’ını alan The Zone of Interest’de Holokost tarihinin Alman masalı Hansel ve Gretel’e olan benzerliği kan dondurucudur. Auschwitz komutanı Rudolf Höss, evi ve gaz odaları arasında duvar örse de maktullerin uğultuları, külleri ve dumanları evin içine nüfus eder. Kızlarına, çocukları canlı canlı fırına atıp yiyen cadının hikayesini anlattığında ev ve toplama kampı arasındaki sınırlar aşılır. Çocuklarımıza bu korkunç masalı anlatan bizler de şiddeti kanıksadığımızı hissederiz.
Filmin son sahnesindeki Auschwitz Müzesi, turistlerin “ilgi alanı.” Almanya seyahatimizde görülecek yerler listesinde olan müzede mıntıka temizliği var. Gaz odaları süpürülüyor. Maktullerin pijamaları ve patiklerinin sergilendiği cam vitrinler siliniyor. İngiliz yönetmen Jonathan Glazer’in zamanı ileri saran filminde Nazi subayı, evi gibi “tertemiz” müzeye kusarak tarihe sünger çekilemeyeceğini gösterir. Fakat müzelerde sergilenmeyen üstü örtülmüş acılar da “ilgi alanımıza” girmeli. İngiltere’nin sömürgecilik tarihinde keyifle içilen beş çaylarına ne demeli?
Amerika ve Almanya’nın şiddet tarihini cesurca sorgulayan bu filmleri coşkuyla alkışlasam da favorim kurgusuyla tarih yazan Bir Düşüşün Anatomisi. İki farklı filmde bir cinayet şüphelisini ve Auschwitz Kraliçe’sini canlandıran Sandra Hüller’in, yüz ifadesi ve vücut diliyle oynadığı karakterleri başkalaştırmasını hayranlıkla izledim. 50 Cent’in şıkır şıkır müziğini, Fransız Alpleri’nin ürpertici beyazlığıyla buluşturan Justine Triet’in En İyi Senaryo ödüllü filmini mutlaka sinemada izleyin.
[1] https://collider.com/killers-of-the-flower-moon-title-meaning/