Filmin açılış sahnesinde genç, sarışın ve masum bakışlı bir kadının kafasından kanlar akıyor. Üstünde sadece iç çamaşırları ile can havliyle kaçan kadın, ansızın kapınızı çalıyor. Ölümle pençeleşen birini evinize alır mısınız yoksa kapıyı kilitleyip “beladan” uzak mı durursunuz? Kapıyı çalan ya ölümün ta kendisiyse?
Olay yeri bir evin giriş katı. Ölü bir erkeğin (Kyle Gallner) yanındaki pantolonu inik kadın (Willa Fitzgerald), bileğinden bir buzluğa kelepçelenmiş. Haykırışları kalbimizi dağlıyor. Genç bir kadın polis, tecavüze uğradığını düşündüğü mağdurun kelepçelerini çıkarmak ister. Fakat erkek amirine göre tıbbi inceleme yapılmadan şüpheli serbest bırakılamaz. Genç meslektaşının ısrarlarına dayanamayan amir, “kadın düşmanı” atfedilmemek için kuralları çiğner ve kadını serbest bırakır. Peki siz kimin dediğini yapardınız? Gözü yaşlı kadına sorgusuz sualsiz inanan polisin mi yoksa prosedürü hatırlatan amirin mi? İşte bu sorunun cevabı, belki de ölüm kalım meselesi.
Bu iki senaryoda, önceliğimiz darp ya da istismar edilmiş genç kadını kurtarmaktır öyle değil mi?
[Spoiler içerir.]
Oysa filmde polisi ya da ambulansı arayan karakterler, daha yetkili kişiyle konuşamadan son nefesini verir. Karşılarındaki bir kurban değil, namıdiğer Electric Lady’dir. Yanında ketamin, bıçak, silah ve elektrik şok cihazı taşıyan bu bebek yüzlü kadın; kasabaya ölüm saçar.
Birçok korku filminde erkeklere avcı, kadınlara ise av rolü biçilir. Genç ve çekici kadın karakterler, zalimlerin elinden kurtarılması gereken zavallılardır. Ataerkil toplumlarda kadınlar ne kadar kırılgan ve sevecense erkeklerin de bir o kadar öfkeli ve tehlikeli olması “normal” sayılır. Kurban rolü, kadınlara atfedilir.
Nitekim filmdeki kadın, bir gece yarısı arabanın içinde flört ettiği yabancıya sorar: “Gözlerimin içine bak ve soruma içten cevap ver. Sen bir seri katil misin?” Namus bekçisi olmayan kadınların en az erkekler kadar tek gecelik ilişki yaşamak istediğini söyler. Fakat öldürülmekten korktukları için maceraya yanaşmazlar. Erkek şiddetinin kol gezdiği dünyada kadın olmak kolay değildir.
Kadın cinayetlerinin sıklıkla işlendiği toplumumuzda, kadın karakterin korkusunu paylaşırız. Arabada birlikte içki içtiği genç bıyıklı erkekten şüpheleniriz. Bagajda gözüken tüfek, şoförün bir katil olduğunun ispatıdır. Bir filmde seri katile verilen referans, ölümün habercisidir. Bir yabancıyla geceyi otelde geçirecek kadının başına gelebilecek felaketleri düşünürken bizi sancı tutar.
JT Mollner’in yönettiği ve senaryosunu yazdığı film, doğrusal zamanda ilerlemeyen kurgusu sayesinde av ve avcı ikiliğini alaşağı eder. Aristoteles’e göre bir trajedinin en önemli unsuru, yüzyıllardır bilinen hikâyesi değil, bu hikâyenin işlenişidir. Olay örgüsünü—başlangıç, gelişme, sonuç—ince ince planlamaktır sanatı sanat yapan.
Senarist lineer bir anlatım tercih etseydi, asıl kaçması gerekenin erkek karakter olduğunu ilk sahneden anlardık. Sevgilim Kaç, iki isimsiz yabancının arabada içki içmesiyle başlar ve erkeğin bir otel odasında seviştiği kadın tarafından ketamin içirilmesi ile devam ederdi. Seri katilin kadın olduğunu baştan bilseydik o zaman film bizi içselleştirdiğimiz geleneksel cinsiyet rolleriyle yüzleştiremezdi.
Oysa 6 bölüm ve epiloğuyla hikâyeyi ters düz eden kurgu, şiddeti cinsiyetleştirdiğimizi yüzümüze vuruyor. İlk sahnede, kanlar içinde koşan kadının da fail olabileceği aklımızdan geçmiyor. Elindeki tüfeği ile kadını kovalayan erkeği cani ilan ediyoruz. İki karakterin lakapları—Şeytan ve Hanımefendi—ise şüphelerimizi doğruluyor. Oysa 19. yüzyıl romanlarındaki kadın katilleri tartıştığım Victorian Murderesses adlı kitabımda yazdığım üzere şiddet erkeklere özgü değil.
Zekice örülmüş kurgusuyla cinsiyetçi klişeleri alaşağı eden Strange Darling âdeta bir senaryo yazarlığı eğitimi veriyor.