Ankara’yı hissedemediğimiz dizide, şehir ve karakterler birbirlerinden kopuk. Oysa bir hikâyenin konusu ve mekânısüregelen bir iletişimdedir. Mesela Annem Ankara gibi isminde şehir olan Emily in Paris dizinde Fransa temsilleri klişe bile olsa şehir ve senaryo birbirine kenetlenmiş. Netflix dizisi, Paris yerine Londra’da geçseydi Emily’nin maceraları farklılaşırdı. Fakat diziye ismini veren Ankara, hikâyede elzem değil.
Anlatıcı Başar geçmişe dönüp baktığında boşandıktan sonra üç oğluyla hayat mücadelesi vermiş annesi Zuhal’i bir başkent gibi güçlü ve dayanıklı hayal eder. Zuhal (Bergüzar Korel), felç geçirmiş annesinin evinde bir fazlalık olarak görüldüğünde ekonomik zorluklara rağmen yeni bir hayat kurar. Anavatanın bir anne gibi fedakâr, çalışkan, güvenilir ve onurlu hayal edilmesi de milliyetçi ve ataerkil ideolojilerle örtüşür.
Anlatıcı, “Annemin hikayesi bu.” dese de izlediğimiz ilkokul öğrencisi Başar’ın hikayesi. Masal kahramanı ise annesi. Tarih yazan Ankara gibi Zuhal de oğlunun hatıralarını şekillendirmiş. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra bir ekmek bayisi açan Zuhal anlatıcı olsaydı bambaşka bir dizi izlerdik. Başar annesi için “Gözyaşı kayaya dönüştü ama akmadı.” dese de Zuhal’in çocuklarından gizlediği gözyaşlarına şahit oluruz.
Annesini “imkansızı başaran” bir savaşçı olarak hatırlayan Başar, annesinin öfkesini kocasının sevgililerinden çıkarmasını eleştirebilir mi? İlk sahnede Zuhal, oğluyla birlikte ofisinde ziyaret etmek istediği Hasan’ı (Mehmet Günsür) başka bir kadınla yakalar. Hiç tanımadığı kadını yaka paça döverek aldatılmanın hıncını alır. Annesi için “Her şeye gücü yetiyordu.” diyen bir çocuk Zuhal’in bu gücü neden başka kadınlara karşı kullandığını sorgulayamaz. İdolü hep adil olmalıdır.
Anneye odaklanan anlatı, hikâyenin geçtiği 1988 ve sonrasının sosyal ve politik dinamiklerinden uzak. Evlerdeki televizyon ekranlarından Turgut Özal ve Süleyman Demirel’i izlesek de dönemin ruhu diziye işlememiş. Dizinin jeneriğinde gördüğümüz kasetler, geçmişi resmetmeye yetmiyor. Oysa Çoşkun Irmak’ın senaryosunu yazdığı Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde, aile içi şiddeti askeri darbenin yarattığı korku atmosferinde izlemiştik. Annem Ankara’da ülkenin ve karakterlerin tarihi bütünleşmemiş. Dizi günümüzde geçseydi sette kullanılan teknoloji değişirdi ama hikâye baki kalabilirdi.
Şehrin ve tarihin ruhu diziye geçmedikten sonra biz karakterlerin başına gelen talihsiz olayları neden önemseyelim? İhanet, hastalık, şiddet, iflas, aşk gibi temalar neredeyse bütün yapımlarda var. Başak Angigün’ün senaryosunu yazdığı ve Can Ulkay’ın yönettiği dizide üst üste yaşanan dramlar tarihi bağlamından koparıldığı için acıklı değil.
İzleyiciyi ağlatmayı hedefleyen dizide psikolojik ya da fiziksel istismar diz boyu. Başar’ın anneannesi, kendi ailesinden iğrenir. Çamaşırlarını başka bir yerde yıkaması söylenen Zuhal, “Cüzzamlı mıyız biz?” diye tepki verdiğinde amaç henüz ağlamamış izleyiciyi kalbinden vurmaktır. Dizi şimdiden hastane kotasını doldurdu. Vurulmayan ya da dövülmeyen kalmadı. Bundan sonra izlenecek ne kaldı merak ediyorum.
Neredeyse her dizide kocalar, affedilmek için şövalyeliğe soyunur. Kızılcık Şerbeti’nin muhafazakâr erkekleri, bir sapıktan kurtardıkları eski karılarının kalbini tekrar kazanır. Annem Ankara’da ise Zuhal, hamile sevgilisinin abisi tarafından ölesiye dayak yemiş Hasan’a acır. Başrol oyuncularını aynı karede görmek isteyen izleyicilerin hatırına sevdiklerini aldatan erkekler affedilir.
Yalan söyleyen kocaları, fedakâr kadınları, söylenen kız kardeşleri daha önce defalarca izledik. Dizi yeni bir konu işlemediği gibi aile dramı temasına farklı bir soluk da getiremiyor. Bir kısır döngüde ilerleyen Annem Ankara’yı izlenebilir kılan başarılı oyuncuları. Liseli aşıkları canlandıran Durukan Çelikkaya ve Ezgi Gör’ün oyunculuğu ne kadar sade ve derin. Dizinin karanlığından genç yıldızlar doğuyor.