Senarist Sema Ergenekon ve yönetmenler Ali Bilgin ve Beste Sultan Kasapoğulları, gözü yaşlı aşıkların uzun uzun bakıştığı alışılagelmiş sahneler sunmak yerine bizi sahnede Funda Arar’ın üzerine oturduğu enstrüman taşıma kutusundaki maktulle göz göze getiriyor.
Author: Ayşe Naz Bulamur
Murat Gülsoy, Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi
Murat Gülsoy’un tarih ve hikâyeyi birleştiren romanında, Vasıf Ekrem Yelda’nın 1967’de bir gazeteciyle yaptığı söyleşiyi okurken kışkırtıcı bir gerçeklik fantezisine kapılıyoruz. Unutulmuş bir ressamın ses kayıtlarına kendimizi kaptırıyoruz.
Zeynep Günay ve Seren Yüce, Kulüp’ün Sofra Kültürü
Bir ev hayal edin ki kapılarını etnik kimlik, cinsiyet, yaş, masumiyet gözetmeden herkese açıyor. Ve sokakların hoyratlığına inat, huzur veren ev Pera’da bir gece kulübü. Sözde tekinsiz eğlence mekânı, çalışanları için en sıcak ve en güvenilir sığınağa dönüşüyor. Kulüp’e kol kanat geren Yahudi Matilda ve kızı Raşel, Ermeni Agop, eşcinsel assolist Selim ve kibirli patron Çelebi (Fırat Tanış), her akşam aynı sofrada buluşuyor. Sokakta kıyamet kopsa da sevdikleri öldürülse de sofra her akşam kuruluyor. Ayrımcılığa karşı birbirlerine kenetleniyorlar. Herkesin sofra kültürünü kapsayacak şekilde özenle hazırlanan masa, farklılıklardan besleniyor.
Selcen Ergun, Kar ve Ayı’nın Karanlık Beyazlığı
Filmin tüyler ürpertici açılış sahnesinde, uçsuz bucaksız ve karla kaplı bir ormanın virajlı yollarında dönen bir arabanın peşindeyiz. Henüz arabada kimin nereye gittiğini bilmediğimiz sahnedeki beyazlık gözümüzü kamaştırıyor. Dönemeçleri izleyerek ormanın büyüsüne kapıldığımız sahne, bana William Butler Yeats’in İkinci Geliş (1919) şiirinde, döndükçe büyüyen ve okuyucuyu içine çeken girdabını hatırlatıyor.
Elif Şafak, Kayıp Ağaçlar Adası’nda Kaybolamayan Okuyucu
Neden savaşlar hep aşk üzerinden kurgulanır? Isabel Allende, Denizin Uzun Taçyaprağı’nda (2019) İspanya İç Savaşı’nı (1936-1939) ve Elif Şafak, Kayıp Ağaçlar Adası’nda (2021) 1974 Kıbrıs Harekatı’nı imkânsız aşklar üzerinden anlatıyor. Politik çatışmaların yarattığı fiziksel, psikolojik ve coğrafi yıkımlara dikkat çekmek için okuyucunun duygularına hitap etmek çok etkili bir tekniktir. Allende’nin hikayesinde, bir doktorun savaşta ölen abisinin karısıyla yaptığı evlilik onaylanacak mı diye düşünürken cumhuriyetçiler ve milliyetçiler arasındaki korkunç çatışmayı öğreniriz. Şafak’ın romanında Türk ve Rum sevgililere sempati duyarken savaşın 2000’lerde İngiltere’ye taşınmış çifti ve 2010’ların sonunda kızlarını bir gölge gibi kovaladığını görürüz. Okuyucu, geçmişin travmalarına şahit olurken her türlü zorluğa göğüs geren aşklar da göklere çıkarılır. Bu sebeple aşka bel bağlamayan savaş anlatıları beni daha çok etkiler.
Ece Gökalp, Emin Alper, Özcan Alper’in Korkunç Güzellikteki Obrukları
Yer altında büyüyen çatlaklar nedeniyle toprağın aniden çökmesiyle oluşan obruk, 59. Altın Portakal Film Festivali’nin bol ödüllü iki filminde başrolde. Özcan Alper’in Karanlık Gece’si ve Emin Alper’in Kurak Günler’i etnik, cinsel ve tür ayrımcılığının toplumda yarattığı boşlukları obruk metaforu ile anlatıyor.
Oppenheimer: Amerikalı Prometheus’un John Donne Aşkı
Hâlâ etkisinden çıkamadığım film, J. Robert Oppenheimer’ın sanata ve fiziğe duyduğu aşkı hem diyaloglarla hem de görsel efektlerle başarıyla örmüş. T. S. Eliot, Pablo Picasso ve on yedinci yüzyılda yaşamış İngiliz şair John Donne’a referans veren Oppenheimer, sadece fen bilimlerinin değil, edebiyat ve sanatın da tarihi nasıl şekillendirdiğini gösteriyor.
Yılanlı Bahçe
Bir kavram iki şiir silsilesiyle tasarlanan bu çok sesli kitabın, okuyucuya mesaj verme kaygısı yok. Batu ve Yurdaün’ün, tarihte edebiyata, sanata, felsefeye yön verenlerle diyalog kurdukları şiirlerinde sohbet sohbeti açıyor, farklı gelenekler iletişime geçiyor ve kendi hikayemizin de yılanlı bahçede yattığını hissediyoruz.
Terzi: Bir Evsizlik Hikayesi
Cem Karcı’nın yönettiği Netflix dizisindeki evsiz, yersiz, yurtsuz karakterler, dikilmemiş bir kumaş gibi. Domestik ideolojide ev, dört duvardan ibaret bir bina değil, aileyi dış dünyadaki tehlikelerden sakınan bir yuvadır. Evlatlık verilen, terk edilen ya da çocukken şiddet gören karakterler, kendilerini evde hissetmiyor. Senaryosunu Rana Mamatlıoğlu ve Bekir Baran Sıtkı’nın yazdığı dizide, aile sevgisinden mahrum Türkler de Rumlar da kimsesiz.
Melekler Şehri’nde Barbie
İster Barbie diyarında ister Los Angeles’ta olsun, her daim toplumun yazıp yönettiği bir masaldayız. Belki de Amerikalı feminist Margaret Fuller’ın dediği gibi oynadığımız ideolojik tiyatrodan çıkış yok. Pembe kıyafet ve aksesuarların hâkim olduğu sinema salonunun kendisi bir Barbie Land.