Yorgos Lanthimos’un son filmindeki en büyük tehlike, bilerek ve isteyerek boyun eğilen otoritenin tanrılaştırılmasıdır. Üç farklı hikâyeden oluşan Merhamet Hikâyeleri’nde, şirkette ya da sosyal çevredeki kuralları çiğneyenleri tutuklayacak bir polis ya da yargılayacak bir hâkim yok. Eğitimli ve kariyer sahibi karakterler bile ölümcül ve gelişigüzel kaidelere gönülden bağlı. Patronların ya da tarikat liderlerinin buyruklarına körü körüne uyanlar için merhamet, hiç gerçekleşmeyecek bir masal.
İlk hikâyede Robert (Jesse Plemons), sevgiyi itaat ile eş tutan patronu Raymond’a (Willem Dafoe) ölesiye sadıktır. Hangi kitabı okuyacağı, kiminle evleneceği, karısıyla ne zaman sevişeceği bellidir. Ofiste ne içeceğine ya da ne giyeceğine kendi karar veremez. Patronu istemediği için çocuk bile yapmaz. Raymond hayatının yönetmeni; Robert ise benliğinden vazgeçmiş bir kukladır.
[Spoiler içerir.]
Patron ve çalışanı arasındaki “sevgi” öyle güçlüdür ki uğruna cinayet bile işlenebilir. “Beni seviyorsan sana söylediğim arabaya çarparsın.” der Raymond. Senaristliğe soyunan iş adamı, kazanın yerini ve saatini belirler. Kendi çekip yönettiği filmi izlemekten zevk alır. Ölümü göze alan şoför ise kaderine razıdır.
Robert, ölümcül senaryoyu oynamak istemediğinde ise patronu yönetmen koltuğundan kalkar. Fakat hükümdarından bağımsız tökezler. Raymond’un yokluğunda bile onun sevdiği restorana gider. Patronunun akılalmaz emirlerini o kadar benimsemiştir ki sonunda soluğu onun omzunda alır.
Filmdeki tutkulu efendi köle ilişkisi, bana Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken oyunundaki Pozzo ve Lucky’yi hatırlattı. Hayatın anlamını hayali bir Godot’da arayan Didi ve Gogo, Pozzo ve Lucky ikilisiyle tanışır. Pozzo, boynuna ip bağladığı ve kırbaçladığı kölesine “dans et,” “düşün,” “bavulumu taşı” gibi rastgele emirler yağdırır. İtilip kakılan ve aç bırakılan Lucky’nin ismi neden “şanslı”? Bir işi ve yoldaşı olduğu için. Efendisi, fetvalarıyla ve varlığıyla onun hayatını anlamlı kılar.
Demek Beckett’in absürt oyununun ilk yayımlandığı 1952’den beri otoriteye tutkunuz. Filmdeki karakterler, Lucky gibi mahkûmiyetten memnun. Aidiyet duygusu uğruna benliklerini unuturlar. Kendilerini faydalı ya da önemli hisseden tutsaklar şanslıdır. Oysa gri bir gökyüzünde yükselen gökdelenler, görkemli hapishanelerdir. Bulutlu ve ruhsuz şehir, İkinci Dünya Savaşı sonrasının karanlığını hatırlatır.
Filmin açılış sahnesinde çalan Eurythmics’in “Sweet Dreams (Tatlı Rüyalar)” şarkısının sözleri hem Beckett’in hem de Lanthimos’un karakterleri için geçerli.
Herkes bir şeyler arıyor.
Bazıları seni kullanmak ister
Bazısı senin tarafından kullanılmak ister.
Lucky’nin “şanslı” olması gibi şarkıda istismarın “tatlı bir rüya” olması ironik. Absürt dünyada kelimeler anlamlarını kaybetmiş.
Kapitalist çarkta kimse masum değil. Nitekim Godot’da, Pozzo ve Lucky’nin rolleri değişir. Lucky, kör olmuş Pozzo’nun efendisidir. Beckett gibi Lanthimos da zalim/mazlum ikilemini sorgular. Patronu tarafından ezilen Robert, hiç tanımadığı birini arabasıyla defalarca ezip geçer. Aynı oyuncuların farklı karakterlere büründüğü filmde istismar eden de edilen de zavallı.
Karakterlerin isim benzerlikleri, kimliklerini kaybettiklerinin göstergesi. İlk hikâyede; Raymond, Robert ve Rita’nın isimleri karıştıkça köleleri efendilerinden ayırt edemeyiz. Absürt tiyatrodan esinlenen filmin üç farklı hikayesinde benzer temaların tekrarlanması, yaşadığımız kısır döngüyü resmeder.
İkinci hikâyede deniz biyoloğu Liz (Emma Stone), Zeus’un kayaya zincirlediği Prometheus’un her gün uğradığı şiddete, evliliğinde katlanır. Polis kocası, mahsur kaldığı adadan mucize eseri kurtulup evine dönen Liz’in gerçek karısı olmadığından şüphelenir. Kadını, Prometheus’un ciğerini deşen akbaba gibi yiyip yutar. Aç kocası için ciğerini feda eden Liz, yeniden doğsa da eşini terk etmez. Karaciğeri her parçalandığında yenilenen Yunan tanrısının çektiği işkence gibi Liz’in tutsaklığı sonsuzdur. İsmi “öngören” anlamına gelen Prometheus’un aksine Liz otoriteye başkaldıramaz.
Filmin üç hikâyesi birbirine uzak olduğu kadar yakın. “Sweet Dreams” şarkısında olduğu gibi herkes arayışta. Otorite figürlerinin peşinde koşsalar da aradıkları hep kendileri. Unuttukları şahsiyetlerini; zorba patronlara, kocalara, tarikat liderlerine teslim etmişler. Kelepçeyi takanlar da taktıranlar da çaresizce Godot’yu bekliyor.