November 21, 2024

Cazsız Renksiz bir Ripley

Netflix’in siyah beyaz dizisi Ripley’i seyrederken etkileyici olan senaryo mu yoksa sadece İtalya mı diye sordum kendime. Diziye ara verip Patricia Highsmith’in romanından uyarlanan The Talented Mr. Ripley (1999) filmini tekrar izledim. Amerikalı bir milyoner, İtalya’da yaşayan aylak oğlu Dickie’nin ülkesine dönüp aile şirketinde çalışmasını ister. Oğlunun üniversiteden arkadaşı sandığı Tom Ripley’i, Dickie’yi ikna etmek için İtalya’ya gönderdiğinde kâbus başlar. Anthony Minghella’nın filmindeki tekinsiz atmosfer ve arada derede kalan kimlikler, beni 25 yıl sonra bile etkiledi. Diziye devam ettiğimde, filmin başarısının müzik ve renk seçiminde yattığını hissettim.

Siyah beyaz, korku filminin geleneksel renkleridir. Gizemli bir atmosferin biçilmiş kaftanıdır. Asıl zor olan, bir renk cümbüşünü korkunç kılmaktır. Minghella’nın filminde sanki bir yaz tatilindeyiz. Fakat güneşin yakıcı kırmızılığı, dalgaların ışıltısı, Napoli’nin kışkırtıcı kumsalları; bizi yavaş yavaş bir bilinmeze sürükler. Güneş ışıkları ve plajın cıvıltısına rağmen Amalfi’nin virajları midemizi bulandırır. Herkesin kahkahalar attığı, lezzetli yemekler yediği ve lüks yazlıklarda yaşadığı sahnelerde tedirgin oluruz. Filmin başarısı, İtalya’yı capcanlı renkleriyle karartmaktır. 

Siyah beyaz dizide, karakterler griliğini kaybetmiş. İçselleştirilmemiş repliklerde ruh yok. Sanki herkesin aynı tarzda ve tonda konuştuğu dizide, kişileri birbirlerinden ayırt etmek zor. Filmde ise kimse siyah beyaz değil. Enerjik ve yakışıklı milyoner Dickie’nin (Jude Law) gülüşünde huzursuzluk var. [Spoiler içerir] Bebek yüzlü ve masum bakışlı Tom’u (Matt Damon) canavarlaştırabilmektir başarı. Dizideki soğukkanlı Tom’un (Andrew Scott) elini kana bulaması beni şaşırtmıyor. Sahnelerin ve katilin siyahlığının örtüşmesi, karanlığı aydınlatıyor. Tekdüze kişiliklere indirgenmiş kurbanların, cinayet soruşturmalarını umursayamıyorum. Oysa tekinsizliği kahkahalarla ve renklerle yaratan film, bizi karakterlerin saf görünümlerinin ardındaki bilinmezliğe sürükler. 

Dickie’nin heyecanla dinlediği caz müziği, Yetenekli Bay Ripley’de başrolde. Doğaçlama tekniğine dayalı cazın coşkusu; müzisyenlerin kontrbas, saksafon, trompet gibi farklı enstrümanları aynı anda ve birbirlerinden bağımsız olarak çalmalarında yatar. Müziğin baştan çıkartıcı uyumsuzluğu, çok farklı kişilikleri içinde barındıran Tom Ripley’nin ruhunu yansıtır. Karakterlerin cazibeleriyle karanlık ruhlarının örtüşmediği film, caz müziği gibi çok sesli ve karmaşık. Oysa dizideki İtalya manzaralarına caz yerine İtalyanca şarkılar eşlik eder. Dizide form ve içerik arasındaki uyum, korkuyu öldürür. 

Filmde çok ritimli caz, karakterlerin geçişken cinsel yönelimlerinin de sembolüdür. Kimin ne zaman kime ilgi duyacağının belli olmadığı film, kapitalist ve heteroseksüel düzene karşı çıkar. Gerçi Amerikalıların, ahlakçı ve kuralcı ülkelerinde yaşayamadıkları arzularını güya aşkın beldesi İtalya’da keşfetmeleri klişe bir temadır. Gene de filmde şiddetin, ekonomik eşitsizlikle birlikte artan cinsel gerilimle örtüşmesi çok başarılı. Filmde sınır tanımayan aşk, dizinin siyah beyaz renklerinde solmuş. Tom’un tek renge indirgenemeyecek cinsel kimliği, Dickie’nin sevgilisi Marge’ın “Tom kuir mi? Bilmiyorum. Bence normal biri değil, seks hayatı da yoktur.” sözleri ile basitleştirilmiş. 

Tutkudan uzak dizide, Tom’un kayıkta Dickie’yi soğukkanlılıkla katlettiği sahne sıradan. Oysa filmde Tom, aşkına karşılık vermeyen erkeği kavgada öldürür. Kanlar içindeki cesede sarılarak yattığında ikisi bir olur. Şiddet ve şefkatin karıştığı bu sahne, dizide Caravaggio’nun Davut Golyat’ın Kafası İle tablosuna verilen referans ile daha iyi örtüşür. Dizide, İtalyan ressamın bir cinayet şüphelisiyken yaptığı tablonun hikâyesi anlatılır: 

“Golyat’ın kesilmiş kafasına merhametle hatta sevgiyle bakan bir Davut portresi çizen Caravaggio, katille maktul arasında bir bağ kurmuş. Bu bağı daha da güçlendirense her ikisi için de model olarak kendisini kullanmış olması.” 

Fakat dizide, donuk gözlerinde duygu belirtisi göremediğim Ripley ile kurbanı arasında böyle çetrefilli bir bağ kurulamamış. 

Venedik’in kanallarında ve Roma’nın tarihi sokaklarında çekilen neredeyse her yapım, görsel bir şölen sunar. Dizinin çekiciliği İtalya’da yatıyor, senaryoda değil. Dizi, bir siyah beyaz fotoğraf silsilesi olarak güzel olsa da bu resimlerin bir araya gelmesi ile hikâye derinleşmemiş. Sevilemeyen bir Ripley’i izlerken caz müzisyenleri gibi aynı anda farklı ritim tutturan karakterlerin buluştuğu Anthony Minghella’nın filmini özlemle anıyorum. 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

error: Content is protected !!
Verified by MonsterInsights