Martin Scorsese’nin yönettiği Dolunay Katilleri, ırkçılıkla alevlenen Amerikan tarihine yakılan uzun ve yavaş bir ağıt. Oklahoma’da Osage Ulus’u, topraklarında petrol çıkınca zengin olur. Amerika’ya ilk göç edenlerin katlettiği “ilkel” yerliler artık özel şoförleri ve çiftlikleriyle beyaz ırkın sözde üstünlüğüne karşı bir tehdittir. 1920’lerde kendisini bölgenin Kral’ı ilan eden servet avcısı William Hale (Robert de Niro), yeğeni Ernest’ın (Leonardo DiCaprio) yardımıyla “kızılların” peşine Azrail gibi düşer. Ta ki sayısı artan Osage cinayetleri geç de olsa FBI’ın dikkatini çekene kadar.
Amerika’nın kanlı tarihini irdeleyen film, neden birçok izleyicinin şikâyet ettiği üzere monoton? Dayı ve yeğenin hain planlarını içeren benzer diyaloglar ve sahneler birbirini kovaladıkça kabileyi kurutan Kral’ın bugün de hüküm sürdüğünü anlıyoruz. Deniz İpek Çekderi’nin olay örgüsünde eleştirdiği “dolambaçlı çıkmaz”[1] aslında bizi suç döngüsünden kaçamayacağımızı hissettiren başarılı bir teknik. David Grann’in Killers of the Flower Moon kitabından uyarlanan filmin ismi, mayısta Oklahoma’da açmakta olan çiçeklerin çevrelerinde hızla büyüyen bitkiler yüzünden solmalarına referans verirken[2] katillerin baharda bile türediğinin habercisi. Sarmaşıkların arasında sıkışmış çiçekler gibi seyirci de “dolambaçlı bir çıkmazda.”
1920’lerde geçen film, günümüz Amerika’sının bir resmi. Hiçbir Osage cinayetinin soruşturulmadığı defalarca yüzümüze vuruluyor. Irklarından, kültürlerinden ve inançlarından dolayı ötekileştirilenlerin neden ve nasıl öldükleri araştırılmaya değer görülmüyor. Peki, şimdilerde durum farklı mı? 2000’lerde yaşadığım Amerika’nın Milwaukee şehrindeki haberler, farklı etnik gruplara karşı işlenen suçları ekrana taşımak yerine bize ormandaki geyikleri ve kar manzaralarını seyrettirirdi. Film, Amerika yerlilerin uğradığı şiddetin yüzyıllardır üstünün örtüldüğünü gösteriyor. İntihar süsüyle örtbas edilen cinayetleri tüm vahşetiyle yansıtıyor.
Üç buçuk saat süren filmin neredeyse hiç ilerlememesinin sebebi, her ırkın eşit olduğu bir Amerika hayaline tutunmaması. Toplumsal değişime inancı olmayan filmde bir doruk noktası yok. İlk sahneden konusunu bildiğimiz ve merak unsuru taşımayan film, geleceğe ümitle bakmıyor. Şık, elit, beyaz Amerikalıların, Osage cinayetlerini anlatan müzikli bir gösteriyi zevkle seyretmesine hüzünle şahit oluyoruz. Filmdeki tiyatro sahnesinin aksine Scorsese, şiddeti eğlenceye dönüştürmüyor. Tek bir aksiyon sahnesi yok. Kim kimi sevecek ya da öldürecek heyecanı yaşamıyoruz. “Hastalıklı” ve “zayıf” bir “tür” olarak hor görülen yerlilerin öldürüldüğü filmde varsın canımız sıkılsın.
Bazı eleştirmenler, dayı ve yeğene odaklanan filmin tarihi beyaz erkeklerin perspektifinden anlattığından hayıflanmış. Fakat film, planladığı cinayetleri İncil’e verdiği referanslarla meşrulaştıran Kral’ın arkasında mı? Eğer film bu ikiliye ayrıcalık tanısaydı Osage konseyinin liderinin beyaz erkekleri mirasçı kızlarıyla evlenmek isteyen “asalak otlakçılara” benzetmesine izin vermezdi. Film, Amerika yerlilerinin gözünden eleştirdiği “akbabalara” tarih yazma gücünü vermiyor. Tam tersine ilk sahnelerde isimlerini ve yaşlarını büyük puntolarla yazdığı kurbanlara ses veriyor.
Zengin Amerika yerlisi Mollie Burkhart’ın (Lily Gladstone) gözünden de geçmişe şahit oluyoruz. Karısını susturmaya çalışan Ernest’a inat film, Mollie’ye kısıtlı da olsa anlatıcı rolü veriyor. “Ailemi öldüren beyaz adamları öldürmemi söylüyor kalbim” derken kocasının saf görünüşüne kanmadığını anlıyoruz. Maalesef, Mollie’nin medeni durumunu ve vefat yaşını yazmakla yetinen tarihin cinayetlerden hiç bahsetmediğini öğreniyoruz. Film ise kitaplarda iki satıra indirgenmiş kadının ve öldürülen kız kardeşlerinin dramını görünür kılıyor.
Ve bu kadınları öldüren cinayet aleti evlilik! 19. yüzyılda birçok Amerikalı kadın romancı, beyaz ve Amerika yerlisi karakterlerin aşklarının ayrımcılığa meydan okuyacağını düşünürdü. Oysa, Osage cinayetleri evlilik üzerinden kurgulanıyor. Kabilenin içine sızan beyaz damatlar, merhum karılarının mülküne konuyor. “Beyaz” ya da “kahve” olarak nitelendirilemeyen melez çocukları ise “vahşi şeyler” olarak aşağılanıyor. Evliliğin ırkçılığa derman olmak yerine ırkçılığı ateşlediğini görüyoruz.
Ernest, bir zamanlar şoförlüğünü yaptığı karısının dilini ve kültürünü öğrenmeye çalışsa da ön yargılarını aşamıyor. İlk romantik yemeklerinde teninin “ne renk” olduğunu sorduğu Mollie, “bu benim rengim” cevabını vererek sahiplendiği etnik kimliğini kahverengi ya da kızıl olarak etiketlemiyor. Ernest, “ten rengin çok güzel” diyerek kendince iltifat ettiğini düşünse de farklılıklarının altını çiziyor. Bugünün Amerika’sında da ırk çoğu zaman kimin kime âşık olacağını belirleyen bir faktör.
Tutuklanan dayısına sonunda başkaldıran Ernest, “halk seni istemez” diye haykırdığında Kral, açtığı hastane ve okullarla Amerika yerlilerini 20. yüzyıla taşıdığını ve cinayetlerin diğer trajediler gibi zamanla kanıksanacağını vurgular. “İnsanlar unutur” der Kral ve kayda geçmeyen katliam sanki hiç yaşanmamışçasına unutulur.
Tarihin kısır döngüsünü sembolize eden büyük bir çemberle bitiyor film. Film müziğine hâkim davul sesleri ise bir uyanış çağrısı. Seyircilerin çoktan sıkılıp terk ettiği salonda davul kimin için çalıyor? Seyircisiz film, yüzleşmek istemediğimiz tarihin metaforu olduğunda Scorsese’nin ağıtına ben de katılıyorum.
[1] https://www.perasinema.com/dolunay-katilleri-scorseseden-radikal-kotuluge-mesafli-bir-bakis/
[2] https://collider.com/killers-of-the-flower-moon-title-meaning/