Onur Saylak’ın yönettiği ve Hakan Günday’ın senaryosunu yazdığı GAİN dizisini seyrederken içim sızladı. ÂşıkDaimi’nin “İşin sırrı kendini bilmekte” sözlerine referans veren Şahsiyet, bizi bize anlatıyor. Geçmişi günümüze taşıyan cinayetler şahsiyetimizi sorgularken dizi kendi tarihimiz, müziğimiz ve edebiyatımızdan besleniyor. Başka coğrafyaların değil, kendi iskeletlerimizle yüzleşiyoruz.
Şahsiyet, Kambura’da adli kâtiplik yaparken bir tecavüz dosyasının kapanmasına göz yuman Agâh Beyoğlu’nun olduğu kadar içinde yaşadığımız şiddet çemberini kanıksayan bizlerin de meselesi. Dizideki cinayetler tehlikeli addedilen ıssız ormanda, dağda ya da şehir dışında değil, tam yanımızda işleniyor. Şiddet o kadar hayatın içinde ki; lunaparkta, evde, yılbaşı partisinde, otelde, tatilde ve hatta düğünde ensemizde. Suçlar uzak ve karanlık mekanlar yerine en güvende hissettiğimiz mahallemiz ya da apartmanımızda işlenirken dizi, körlüğümüzü yüzümüze vuruyor.
Sadece 65 yaşındaki emekli memur Agâh’a (Haluk Bilginer) değil, seyirciye de alzaymır teşhisi konuluyor. “Bütün hatıralarım yaşadıklarım sinip gidecek. Ben ne olacağım? Benim şahsiyetim ne olacak? Yaşıyorsun ama yoksun. İnsan nasıl dayanır buna?” diye sorar doktora. Zamanla zayıflayan hafızası, toplumsal unutkanlığımızın metaforu. Tarihini hatırlamayan bir toplum var olabilir mi? Kambura’da defalarca tecavüz edilen 12 yaşındaki Reyhan gibi faili meçhul cinayetler de unutulur. Agâh ve Komiser Nevra’nın (Cansu Dere) bir akvaryumda zaman aşımına uğrayan davaları tartışmaları ve suçları örten savcının evinde akvaryum olması, balık hafızamızı yüzümüze vuruyor. Tarihte “temiz” bir sayfa açtıkça biz de Agâh gibi benliğimizi yavaş yavaş yitiriyoruz.
“İnsan ne zaman ölür? İnsan unutulunca ölür.” der kayıp 17 kişinin katillerinden Tevfik (Burhan Öçal) Agâh’a:
“Bizim işimiz adam unutturmak. Bizim öldürdüğümüz adamı kimse hatırlamaz. Diyelim sen öldün. Ama mezarın yok. Kim bilecek bir zamanlar Agâh vardı. Belki de hiç yoktun. Agâh diye biri hiç olmadı. Bir mezarın bile yok ki bilelim yaşadığını.”
Mezar taşı, bir zamanlar var olduğumuzun ispatıdır. Kayıp yakınları, sevdiklerinin kemiklerini yılmadan arar. Kazdıkları boş mezarlar, kapanmayan yaralarıdır. Kurdukları dernekle ve ellerinde taşıdıkları fotoğraflarla maktulleri yaşatmaya çalışırlar. Cinayetleri hafızalara kazıyacak Kayıp 17’ler Anıtı yıkılır. Onları unutarak öldüren toplum da Kader’in (Erdal Özyağcılar) suç çetesine ortak olur.
Avukat Meryem, Kader’i arayan Agâh’a, katillerini tanımayan insanların neden öldürüldüğünü anlatır. Kaçırılan öğretmen babası, ekibiyle Türkçe-Kürtçe sözlük yapmaya karar verdiğinde kayıplar başlar. “Birileri istiyordu ki kimse kimseyi anlamasın.” der Meryem. Nitekim Agâh’ın katiplik yaptığı mahkemedeki savcı, Kürt bir kadını “bilinmeyen bir dilde konuşmaya ısrar ettiği için” başından savar.
Reyhan’ın dosyasının kaldırılmasına sessiz kalmış Agâh, istismar edilen kızın intikamını alarak hikâyesini baştan yazmak ister. Dizi de tarihi baştan yazıyor; hem de farklı versiyonlarıyla. Bize tek bir tarih dayatmayan dizide birçok yazar var. Kod Adı Kader’in yazarı Ruhi’nin, röportaj yaptığı insanlar “ne söylediyse ben öyle yazdım” sözüne inanmak zor. Kader’in kendisi Ruhi’ye, “İnsan hayatını yazdığı adamı tanımaz mı?” diye sorarak karakterinin gerçekliğini sorgular. Ruhi kendi kitabını Kader’e anlatırken bile hikâye değişir. Yaşadıklarını sesli kaydeden Agâh ise sözlü tarih yazarı. Biz geçmişe hem Ruhi’nin romanından hem de Agâh’ın kayıtlarından bakıyoruz. Avukat Meryem’in elindeki zaman aşımına uğramış dava dosyalarında da gerçek ve kurgu birbirine geçiyor.
Kader, jenerikteki kırmızı tel ya da damarlar gibi her yeri saran suç ağının sadece bir parçası.
Çok sevdiğimiz Agâh, bir “mükerrer katil.” Suçluları öldürmesi onu kahramanlaştırmıyor. Bir düğünde erkekler sevinçten ateş ediyor. Agâh’ın kavgalı gürültülü bir evde büyüyen torunu Deva, “bir an önce yaşlanıp herkesi bastonla dövmek” istiyor. Deva’nın karısının kollarındaki çizikler, babasından uğradığı şiddetin göstergesi. Komiserliğe ilk atandığında, “Amacım iyi insan olmak” diyen Nevra bile yoldan sapıyor. Şiddetin her yerde kol gezdiği dizide kimse masum değil.
Dizideki hüzün, yaralarımızın kontrollü bir şekilde deşilmesinde yatıyor. Deva’nın (Recep Usta) titremeyen yüz ifadesindeki kırılganlık bir başka. Babasının kemiklerini arayan Meryem’in (Nergis Öztürk) acısı gözlerinde. Agâh’ın kızı Zühal’in (Şebnem Bozoklu) kocasına, “Ben bu hayatta senden başka kimseyle kavga etmek istemiyorum” diye haykırması türbülanslı ilişkilerini ne kadar duru yansıtıyor. Emmy ödüllü Haluk Bilginer’in sesi bizi sakinliğiyle vuruyor. Bir edebiyat eserini okuyormuşçasına izlediğim Şahsiyet’i seyretmeyen kalmamalı.