November 21, 2024

The Zone of Interest, Ürperten bir Huzur

Bizi sarsıcı bir müzikle karanlıkta bırakan filmin açılış sahnesinden, yavaş yavaş yükselen kuş cıvıltılarıyla birlikte aydınlığa kavuşuyoruz. Piknik yapan bir aile ile çimenlerde uzanıp temiz havayı soluyor ve güneşin sıcaklığını hissediyoruz. Çocuk sesleriyle şenlenen çalıların bizi okşadığı bu dingin ve yemyeşil nehir kenarında huzurluyuz. Filmin korkunçluğu, sakin atmosferinde gizli. Auschwitz toplama kampının yanı başında aile saadeti yaşanıyor. Jonathan Glazer’in yönettiği The Zone of Interest’i diğer Holokost filmlerinden farklı kılan, bize vahşeti göstermeden yaşatması.

Auschwitz komutanı Rudolf Höss (Christian Friedel) ve “kraliçesi” Hedwig’in (Sandra Hüller) havuzlu evi, âdeta askeri bir alan. Bahçede asılı beyaz çarşafların ardından gördüğümüz evde mıntıka temizliği yapılmış. Siyah, demir parmaklıklı bahçe kapısının arkasında sigara içen Nazi subayı sanki yönettiği kampın hücresinde. Gri, bej, kahverengi tonlarla döşenmiş villa bir koğuşu andırıyor. Karakterlerin birbirleriyle çarpıştığı koridor bir muharebe alanı. Salonda asılı geyik boynuzları, tiz bir alarm sesi, bağıran kuşlar; evin duvarının diğer tarafında gerçekleşen ölümün habercileri.

“Rüya” evin fertleri, zorla bir arada yaşayan tutuklulara benziyor. Karı koca aynı odada ama farklı yataklarda uyuyor. Ne anne ne baba çocuklarla oyun oynuyor. Şefkat görmeyen çocuklar da evin köpeği de yalnız. Dokunmanın ve sevmenin âdeta yasaklandığı evde, yuvanın sıcaklığından eser yok. Film boyunca ağlayan bebek de evin huzursuz ve tekinsiz havasını hissediyor.

Tren raylarının ve toplama kampının arasındaki ev, Hedwig’in yıllardır düşlediği bir “cennet bahçesi.” “Keyif aldığı hayat,” bir yılanlı bahçede yatıyor. Annesine göre lüks bir evde yaşayan kızı, dört ayak üstüne düşmüş. Bu korkunç mutluluğu, yakın çekimde üstümüze doğru gelen boğucu çiçekler bölüyor. Evin köpeği ölesiye havlayarak, kızına gıpta eden anneyi susturuyor. İşittiğimiz uğultular sanki kurbanların haykırışı. Anne kızın bahçe keyfi yaptığı sahne, kuşların çığlıklarıyla birlikte kırmızıya bulanıyor.  

Ölüm, evin duvarlarından içeri sızıyor. Bir çocuk, odasında oynarken uzaktan gelen tabanca sesleriyle irkiliyoruz. “Muhafız götür onu. Dışarı çıkar. Orada titreyerek duracak mısın?” sözlerini silahlar kesiyor. Emir veren komutanı ya da nehirde boğdurulan kişi yerine oynayan çocuğu görmemiz sahneyi daha da dramatikleştiriyor. 

Duvarlarla üstü örtülmüş şiddet, Hedwig’in mutlu sandığı çocuklarının kâbuslarında. Görmedikleri ama duydukları şiddeti içselleştirmişler. Abi küçücük kardeşini evin serasına kilitler. Elinde bir cop gibi tuttuğu kütükle kapının önünde bir gardiyan gibi bekler. Kardeşinin yaşadığı psikolojik şiddetten haz duyar. 

Kanıksanan silah sesleri ne evin bahçıvanını ne de parkta konser provası yapan müzisyenleri rahatsız eder. Hedwig’in derdi İtalya’da kaplıcaya gitmek, kürk giymek ya da gömleğine uyan ruj sürmek. Kadın evin restorasyonuyla kocası da çok sevdiği atıyla meşgul. Kamera kadının histerik gülüşünden toplama kampına geçtiğinde görev bilinciyle yürütülen soykırıma karşı kayıtsızlığı görüyoruz. 

Ekranda görmediğimiz Yahudiler, yakıldıkları kampın bacalarından tüten dumanlarla var olur. Alman ailenin sözde steril atmosferini, külleriyle delerler. Hedwig’in Fransız parfümü bile is kokusunu bastıramaz. Komutan, nehirde bir insan kemiğine değdiğinde irkilir. Ellerini şiddetle yıkayıp defalarca banyo yapsa da katlettiklerinin hayaletleri ensesinde. 

[Spoiler içerir]

Komutanın kızlarına okuduğu Alman masalı “Hansel ve Gretel,” ev ve toplama kampı arasındaki duvarı sarsar. Siyah beyaz bir animasyonla canlandırılan hikâyede, karanlık bir ormanın derinlerinden gelen ürkütücü bir sesle irkiliriz. Gretel, kardeşini yemek isteyen cadıyı fırına atar; komutan ise krematoryumun güçlendirilmesini emreder. Hikâyede yanan cadı gibi birçok savaş suçlusu cezalandırılmış olsa da milyonları kurtaracak bir Gretel yok. 

Grimm Kardeşler’in 1812’de basılan masalını Nazi rejimi ve günümüzle buluşturan filmde, şiddetin devamlılığını görüyoruz. Zamanı ileri saran film, Auschwitz Müzesi’nde sonlanır. Höss ailesinin evi gibi müze de “tertemiz.” Gaz odaları süpürülüyor; maktullerin pijamaları ve patiklerinin sergilendiği cam vitrinler siliniyor. Tarih, maktullerden çok gerçek hayatta ölüm cezasına çarptırılan Rudolf Höss’un adını yazıyor. Bizi açılış sahnesindeki karanlığa boğan film, tarihin tekerrürden ibaret olduğunu vurguluyor. 

Peki filmleri çekilmeyen ve müzelerde sergilenmeyen üstü örtülmüş acılar ne zaman “ilgi alanımıza” girecek? 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

error: Content is protected !!
Verified by MonsterInsights