Michael White’ın kara mizah dizisinde müzik, yaklaşmakta olan felaketlerin habercisi. Fakat bu fırtınanın ne zaman ne şekilde ve nasıl kopacağı belirsiz. Jenerikteki vahşi hayvanlar ve yarı çıplak savaşçılar ile egzotik Tayland hayallerine kapılırken ihtişamlı White Lotus otelinin bir korku evine dönüşeceğini hissederiz.
İlk sahnede puslu bir ormanın içine çekiliriz. Kuş seslerinin yankılandığı ormanın dumanları davetkâr. Sis bulutu, tatil köyünü öyle bir kaplar ki “Tayland’da olan Tayland’da kalır.” der Amerikalı misafirler. Güya otel, ziyaretçilerin entrikalarını gizleyip üç maymunu oynayacak. Böylece White Lotus çiçeği gibi sözde “saf” ve “erdemli” imajlarıyla ülkelerine dönebilecekler.
Lüks otelin Hawaii, Sicilya ve Tayland şubeleri, şehvetle özdeşleştirilen Orient fantezisi vadeder. Batı’yı Kuzey Avrupa’ya indirgeyen Amerikalılar için İtalya da egzotik. Toplum tarafından kabul görmeyen bastırılmış arzularını; uyuşturucu, seks partileri ve hatta ensestin mübah olduğunu sandıkları ülkelerde rahatça yaşamak isterler.
Emperyalist eğlence, sözde bir yurt dışı tatili. Günlerini havuz başında geçiren misafirlerin, gittikleri ülkenin tarihini öğrenmek, müzeleri ziyaret etmek ya da yerel yemekleri tatmak gibi planları pek yok.
Silah sesleriyle bölünen meditasyon, huzur vermez. Zion’un, “Dış dünyanın seslerini azaltma” ve “nefesine odaklanma” çabaları, camların kırılmasıyla sonlanır. Taylandlı bir güvenlik görevlisinin sevdiği kadına, “Ben şiddete karşıyım. Budizm’de şiddet yok.” sözleri ise bir boks maçıyla bölünür. İnanç, toplumu iyileştiremez.
Kuzey Karolinalı Ratliff ailesi, Amerika’nın karanlık yüzü. Aksanıyla bizi âdeta hipnotize eden Victoria (Parker Posey), abileri tarafından geçmişte şiddete uğradığını gülerek anlatır. Taylandlı güzel bir kadını, kendisinden yaşça büyük sözde “baskıcı” sevgilisinden kurtarmak ister. Asıl kurtarılması gerekenin kendisi olduğundan habersizdir.
[Spoiler içerir.]
Okul tişörtü ile Duke Üniversitesinden tepki gören kocası Timothy (Jason Isaacs) ise cennet gibi beldenin potansiyel katliamcısı. “Fakir yaşayamam!” diyen aile fertlerine iflas ettiğini söylemektense onları öldürüp intihar etmeyi düşünür. Sadece eğitimin insani değerleri öğretemediğinin ispatıdır Duke mezunu baba.
“Aydınlanma” ve “yeniden doğuş” anlamındaki White Lotus otelinde sanki gün hiç doğmuyor. Güneşsiz bir yaz tatilindeyiz. Victoria’nın rüyasındaki tsunami, yaklaşan dev dalgaların habercisi. Cinayet planları yapan turistler, Amerika’nın sözde aydınlık ve modern imajını alaşağı eder. Avcının av olduğu otelde herkes tekinsiz.
Maymun görünce heyecanlanan üç sarışın kadından biri, “İkinize bakınca aynaya bakıyormuş gibi oluyorum.” der çocukluk arkadaşlarına. Birbirlerinin evliliklerini, anneliklerini, yaşadıkları şehirleri küçümseseler de hepsi bir. Hangi partiye oy verdikleri fark etmeksizin üçünün de derdi dedikodu.
Ruhen kayıp karakterler, hayatın anlamını Budizm’de arar. Victoria’nın kızı, “çok havalı” olduğunu düşündüğü manastırda yaşamak ister. İngilizce konuşan ve bilgisayar kullanan keşişler, egzotik Tayland klişesine uymasa da aileden bir kaçış vadeder. Fakat organik yemeklerin, klimanın ve temiz çarşafların olmadığı manastırdan hüsranla ayrıldığında asıl tapılanın lüks olduğunu görürüz.
Victoria, Budizm’den vazgeçen kızına, “Tarihte kimse bizim kadar rahat yaşamamıştır. Tadını çıkaralım.” dese de dizi, bir an olsun ekrandaki şatafatın rehavetine kapılmamıza izin vermez. Zenginlerin anlamdan yoksun hayatları, çekicilikten uzak.
Diyalogların jenerik müziğiyle dans ettiği ilk sezon favorim olsa da tansiyonu yavaş yavaş arttıran üçüncü sezon içime işledi. Taylandlı dansçıların zarif ve simetrik hareketleriyle gerilim yaratabilen beşinci bölüm korkunç güzellikte. Karısını öldüren Greg’in bakışları da katilden aldığı sus payıyla spa merkezi açacak Belinda’nın “tatlı” gülüşü de rahatsız edici.
Amerika’yı eleştirirken diğer kültürleri yüceltmeyen ve politik sloganlarla başarıyla dalga geçen The White Lotusdizisini izleyin.