November 21, 2024

Yandaki Oda: Woolf, Joyce, Irak ve Vietnam’ın rastgele buluşması 

“Hepimizin yandaki odada bir dosta ihtiyacı vardır.”

“İki kadın aynı erkeğe âşık olsa da dostluk baki kalır.”

“Ölümcül bir hastanın, hayatından vazgeçme hakkı vardır.” gibi mesajlar veren Yandaki Oda’yı sevmeyeceğimi bile bile izledim. Pedro Almodóvar’ın diğer filmlerindeki ölüm, aşk, hüzün temalarını tekrarlayan Paralel Anneler ve Yandaki Oda, derinden işlemeyeceği politik meselelere neden değinir?

New York’ta geçen The Room Next Door’da, ölüm korkusu üzerine kitap yazmış Ingrid (Julianne Moore), bir zamanlar aynı dergide çalıştığı kanser hastası Martha’ya (Tilda Swinton) son yolculuğunda eşlik eder. Her tedaviyi denemiş ve artık acı çekmek istemeyen Martha, kiraladığı lüks bir dağ evinde hayatına son verecektir. Yandaki odada eski bir dostunun varlığını bilerek ölmek ister. 

Ölümün gölgesindeki iki kadının, İrlandalı yazar James Joyce’un “Ölüler” (1914) hikayesinden bahsetmelerinin senaryoya katkısı nedir? Tematik benzerlik, filmi zenginleştirmeye yetmez. Joyce’un karakteri gibi Martha’nın kar tanelerine bakıp bitmekte olan hayatını düşünmesi sadece dramatik bir etki yaratır. Hikâyeyi anımsatan kar sahnesi, ölümün evrenselliğini resmetse de günümüzdeki New York ve 20. yüzyılın başlarındaki Dublin arasındaki tarihi ve politik farklılıkları örter. 

Joyce ve Virginia Woolf referansları filmde entelektüel bir hava estirse de senaryo bu iki yazarın bilinç akışına odaklanan tekniklerinden uzak. Geleneksel olay örgüsüne—başlangıç, gelişme, sonuç—sadık kalan filmde; iki romancının yenilikçi üsluplarından eser yok. Tam tersine yönetmen, modernizmin karşı çıktığı melodramı sıklıkla kullanır. Shakespeare’in ünlü karakteri Hamlet’e gönderme yapan Paralel Anneler gibi Yandaki Oda da İngiliz edebiyatı bilgisiyle göz boyar. 

Oysa Woolf ve Joyce’un eserleri yerine filmde ünlü bir yazar olan Ingrid’in ölüm korkusu ile yüzleştiği kitabına atıfta bulunabilirdi. Böylece Ingrid’in dostluğu ve hasta bakıcılığı kadar yaratıcılığına da şahit olurduk. 

Ünlü romancıların isimleri gibi Irak, Vietnam ve Bosna’da yaşanan acılar, filme rastgele serpiştirilmiş. Biz savaşları neden New York’un zengin bir semtinde ve lüks bir dairede yaşayan bir muhabirin hatıraları üzerinden izleyelim? Irak Savaşı’nı iki erkek sevgilinin yıllar sonra karşılaşmasına indirgeyen film, savaş ve aşk kotasını aynı sahneye sığdırarak doldurmuş. 

Martha’nın yıllardır görmediği kızının babası, savaşın etkisinden çıkamamış bir Vietnam gazisi. Fakat ne yaşadığı travmanın ne de yanan boş bir evde ölmesinin senaryoya katkısı var. Yasın evrenselliğini vurgulayan ama hikâyeyi derinleştirmeyen tarihi yaralar geçiştirilmiş.

Paralel Anneler de İspanya İç Savaşı’nı (1936-1939) işliyormuş gibi gözüken pembe dizi niteliğinde bir film. [Spoiler içerir.] İki bebeğin doğdukları hastanede karışmasını anlatan filmde Janis (Penélope Cruz), genç bir anneye iç savaşın hazin sonuçlarını anlatır: “100 binden fazla insan kayıp, çukurlara veya mezarlıkların içine gömülü. Torunları onları düzgün bir şekilde defnetmek istiyor. Bunu başarana kadar savaş bitmeyecek.” Geçmişten habersiz genci de izleyiciyi de eleştirir. Fakat tarihimizi bilmemiz gerektiği mesajı, senaryonun diğer unsurlarıyla daha iyi örtüşmeliydi. Savaş, cinsel taciz, iletişimsizlik gibi temaların arasındaki bağ güçlendirilerek asıl iç savaşın aile içinde verildiği vurgulanabilirdi. Filmin asıl önemsediği savaş değil, sansasyon.

Tarih ve edebiyatla ilgileniyormuş gibi gözüken ama aslında romantik kar sahneleri ve iyi oyuncularıyla göz boyayan filmleri sorgulayın. Yandaki Oda’yı izlemeden önce yandaki sinema salonunda hangi filmin oynadığına bir bakmanızı tavsiye ederim.  

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

error: Content is protected !!
Verified by MonsterInsights