Filmde Boyabat sakinlerinin hayatlarındaki tek düzen, mutfak raflarına ve televizyonların üstüne itina ile serilmiş danteller. Üçgen danteller ve kareli masa örtülerindeki geometrik desenler, karakterleri hayatlarını biçimlendirebileceklerine inandırıyor. Aslında koltuk kılıflarında, halılarda ve perdelerdeki birbiriyle uyumsuz ve gözümüzü alan şekiller, karakterlerin sanki güçlü bir akıntıda savrulduğu sinyalini veriyor. Alacalı bulacalı salonlar, ne yaptığını ve ne istediğini bilemeyen aileleri resmediyor.
Dantellerin adeta istila ettiği evlerde yaşanan sıkışmışlığı Hayat’ın her sahnesinde hissediyoruz. Karakterlerin duvarlarındaki çerçeveler ne kadar simetrikse hayatları bir o kadar zikzaklı. Hicran’ın (Miray Daner) babası (Umut Kurt), karısını dövdükten sonra çekip gittiğinde genç kızının yaptığı ilk iş evi toparlamak. Hayatında kontrol edebileceği tek unsur temizlik. Babasını düzeltemediği için salonu düzeltiyor. O da yetmiyor. Vefat etmiş ninesinin evini temizleyip düzenliyor.
Erkeklik onurunu kirletenler cezalandırılıyor. Küçükken ailesini kaybetmiş ve dedesiyle yaşayan Rıza (Burak Dakak), sadece iki kere gördüğü nişanlısı Hicran’ın zorla evlendirilmemek için İstanbul’a kaçmasını kabullenemiyor. Arkadaşları aldatıldığını ima edince gururu kırılıyor. Sokakta görse tanımayacağı bir kadının peşinden gidiyor. Yağmurlu bir günde evine döndüğünde annesi (Melis Birkan) kızını içeri almıyor. Babası ise sokak ortasında küfrederek dövüyor. Boğazını sıkıp gömmekle tehdit ediyor. Komşular da güya hak edilmiş cezayı camdan tiyatro gibi izliyorlar.
Hayat, ataerkil düzeni eleştirirken karakterlerin derinliğinden uzaklaşıyor. Sanki Rıza dışındakiler birer tipleme: Rıza’yı şiddete karşı uyaran şefkatli dede, “Türkiye’de herkes istediğine inanır” deyip ailesini üniversitede okuduğuna inandıran genç, karısını takip eden kıskanç koca, ezilen ev kadını ve hep babasının onayını bekleyen Hicran. Toplumsal meseleler çok boyutlu karakterler üzerinden irdelenebilirdi. Rıza’nın soyadı gibi “uysal” olmaması ve ismi “ayrılık” anlamına gelen Hicran’ın ailesinden kopamaması bariz çelişkiler. Karakterler üzerinden işlenen derin yaraları düşünürken kendimi sinemadan çok derste hissettim.
[Spoiler içerir]
Aslında film birçok erkeğin kadınlara nutuk atmasıyla adeta dalga geçiyor. Hicran, bir restoranda emekli öğretmen kocası Orhan’ın (Cem Davran) sürekli ve boş konuşmasından boğulacak gibi oluyor. Cahilleri küçümseyen koca, insanları yakından okumayı öğrenememiş. Kendi kaygılarına odaklanmaktan Hicran’ın buhranını göremiyor. Film, ne kadar öğretmeni eleştirse de seyirciye her daim ders anlatıyor.
Hicran ve Rıza’nın farklı zamanlarda aynı rüyayı görmeleri, ikilinin yaşadığı sıkışmışlığın benzerliğini vurguluyor. Terk edilmeyi kabullenemeyen Rıza’nın rüyasında, nişanlısı kapısını çalar, salona geçer ve su ister. Duygularını dışa vuramayan Rıza’nın aksine ikram ettiği su şişeden aktıkça akar. Ne rüyada suyun taşmasını ne de özel hayatının çığırından çıkmasını kontrol edebilir. Salona döndüğünde Hicran uyumuştur. İkili rüyada bile konuşamaz.
Aynı rüyayı Hicran, Orhan’dan ayrıldıktan sonra görür. Bu sefer misafirlikte su isteyen Rıza’dır. Su, şişeden bardağa akar durur. Her daim endişe ve korkuyla yaşayan Hicran’ın mimikleri ise sabittir. Arkasına saklandığı donuk maskesini filmin sonuna doğru çıkarır. Evinin yolundan saparak ağaçlar arasında gizlice ağlar. Rüyasında bardaktan taşan su gibi gözyaşları sel olur. Şiddeti göstermeyen film, şiddetin sebep olduğu tahribatı Hicran’ın gözyaşlarıyla yansıtır. Fakat ben ünlü şair T. S. Eliot gibi duygunun kontrollü aktarılmasını sevenlerdenim. Uzayan hıçkırıklar yerine bir mimik ya da bakış bile isyanı hissettirebilir.
Son sahnede, bayramda babasıyla barışmak isteyen hamile Hicran’ın “evli, mutlu, çocuklu” hayatı ne rüya ne de gerçek olmalı. Gözlerindeki ışıltının sebebi, hapisten çıkan kocası olmamalı. Arabada “seni seviyorum” sözleri uçuşurken ben daha önceki bir sahnede TV’den yankılanan soruyu hatırlıyorum: “İnsan sevdiği için her şeyi yapar ama ailesinden birini öldüreni sever mi?”
Oksijen yazarı Burak Göral’ın aksine yönetmen için Rıza ve Hicran’ın “en başından beri birlikte olması gereken iki kişi”[1] olduğunu düşünmüyorum. Bizi karanlık bir tünelde bırakan Hayat, çiftin mutluluğuna gölge düşürüyor. Eğer film bir kadının eline silah alan bir erkekle evliliğini destekleseydi işte o zaman girdiğimiz tünelden çıkardık. Tekerrürden ibaret olan hayatta ben Hicran’ın “zayıf ve pısırık” gördüğü annesinin kaderini paylaşabileceğini hissediyorum.
Biz karısına şefkatle bakan ve dedesinin mezar taşını önemseyen masum yüzlü Rıza’yı affediyor muyuz? İşte bütün mesele bu.
[1] https://gazeteoksijen.com/o2/tek-bir-kadina-karsi-butun-erkekler-197243